Sevgili Dostlar,
Geçtiğimiz günlerde iPhone15 Türkiye’de mağazalarda satışa çıktı, binlerce kişi sabahın erken saatlerinde mağaza önlerinde bekledi, randevu sistemiyle işleyen sistemde telefonlarını aldı. Apple markasının yetkili satıcısı ve servis sağlayıcısı olan Troy, Galataport AVM’deki dükkanına telefonları helikopterlerle indirdi ve günlerce konuşulan bir lansmana imza attı.
Böyle bir lansman yaparak günlerce basında yer almayı başarmak bir marka için harika bir PR diye düşünürken farklı bir mağazada o sabah yaşananları okuduğumda içimden “vay anasını, millet nelerle uğraşıyor” dedim.
Habere göre telefonları almaya gelenlerin çoğu aslında bunu bir yatırım aracı olarak görenlermiş, sabahın erken saatlerinde Gebze’den gelenler, gece yarısı kuyruğa girenler, daha neler neler, bunları okuyunca aklıma yıllar önce futbol maçına bilet alabilmek için gece bilet kuyruğuna giren taraftarlar geldi.
Kış aylarında yanlarına battaniyesini de alan taraftar stadın önünde yatıyor, sabah gişeler açıldığında biletini alıyordu, neyse ki iPhone sırasında böyle bir şey olmuyor ama sabaha kadar ne yer, ne içer, ne konuşur nasıl zaman geçirirler merak etmedim de değil hani. Taraftar eski maçları konuşur, yarınki maçta şöyle olacak böyle olacak diye geyik yapar ama iPhone almak için sıraya giren ne hakkında sohbet eder çok kestiremedim.
Kuyruk deyince 2000’lerin başında İngiltere Konsolosluğu önünde vize almak için sabahın erken saatlerinde sıraya girdiğimiz günler aklıma geldi. O zamanlar randevu sistemi yok, vizeye başvurmuşuz, sabahın 5’inde herhalde bomboştur diye gittiğimde 100. kişi olduğumu görünce kendime kızmış keşke daha erken gelseydim demiştim. Sonradan öğrendim ki millet sabahın 2’sinde geliyormuş, hatta bunu ticarete dökenler olmuş, adam sıraya giriyor, sonra gelenlere yerini satıyor. Sonrasında işi büyütüp 3-4 akrabasını sıraya sokup buradan her gün deli para yapanları bile duyduk. Kulağa şimdi çok acayip geliyor ama o dönem böyleydi işte.
iPhone kuyruğunda yerini satan olmamış, zaten randevu sistemi olduğundan çok mümkün değil ama yeni çıkan modelden alıp, sahibinden.com sayfasına koyup para kazananlar olmuş. Sıraya girip yeni iPhone telefondan alan birisi “bize enayi diyenler var ama ben yatırımcıyım, benim teknoloji delisi müşterilerim var, toplamda 80 bin TL kazanacağım, böyle kazanç başka nerede var” diyerek olayı özetlemiş.
Yurtdışında da bu tip iPhone lansmanları oluyor, acaba telefonu alıp üzerine 100$/200$ kar koyup satan bizdeki gibi yatırımcı vizyonuna sahip arkadaşlar var mıdır diye düşündüm. NewYork’ta Fifth Avenue’deki mağazaya gitsek, oldu ya bir lansmana denk gelsek, sırada bekleyenlere “bu telefonu alıp ne yapacaksın” diye sorsak, elin adamı herhalde boş boş bakar, muhatap bile olmaz. İlla ki orada da bu işin ticaretini yapan vardır ama bizdeki gibi ilk gün telefonu satıp kar etmek için sıraya girenlerle karşılaştırdığımızda bu oran çok düşük kalır.
Enflasyonist bir ortamda paranın değerini korumak, birde böyle kısa sürede çok yüksek getiri elde etmek çok değerli ama bunu kaç kişi yapabiliyor? Ben ilk günden telefonu alıp satan 3-5 kişi olur diye düşürken bu işi tamamen ticarete döken kişi sayısının bu kadar yüksek olabileceğini hiç düşünmemiştim. İngiltere Konsolosluğu’nda sıraya girip buradan 3-5 kazanan zihniyetin artık işi büyütüp Apple mağazaları önünde bunu devam ettirmesini şaşkınlık ama bir yandan da takdir ederek izliyorum.
Kimisi bu tip şeylere kızıyor ama neden kızalım ki arkadaş? Röportajdaki adam haklı, iki günde kim 80 bin TL para kazanıyor? “Emek yok, çalışma yok, x mesleği yapanlar bile bu kadar kazanmıyor nedir bu yahu” diyenler olacak ama talep var ki bunlar satılıyor, piyasa bir şekilde işleyişi regüle ediyor, yasak koysanız da öyle yapsanız da böyle deseniz de bu dünyada da böyle, sistem bir şekilde yolunu buluyor.
Çok ama çok eski dönemlerde bazı ürünler bulunmadığından karaborsaya düşerdi, yokluk ekonomisi denen bu dönemde birileri çok zengin olur, zaten düşük alım bütçesi olan yurdum insanı temel gıda ürünlerine yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalırdı. Bunun farklı versiyonları maalesef günümüzde de yaşanıyor ve haklı olarak hepimizin tepkisini çekiyor ama iPhone meselesini bundan farklı görüyorum, temel gıda ürünü değil, alsan da olur almasan da.
Bu yaşananlar beni bir anda 1994 senesine götürdü, o dönem Calvin Klein’in piyasa sürdüğü One adlı unisex parfüm ilk on günde en çok satılanlar arasına girince bir anda dikkatleri üzerine çekmişti. Ben o sene üniversiteye yeni girmiş, yıllarca İngilizce eğitim aldığım liseden sonra üniversitenin İngilizce hazırlık sınavında çakınca aylak aylak dolanıp yeni insanlarla tanışıyor, hayatımın en güzel dönemini geçiriyordum.
O dönem yurtdışından parfüm getirmiş bir abimiz “bunlar elimde kaldı alacak olan olur mu” dediğinde ben bir üniversitedeki arkadaşlara sorayım dediğim gün kendimi bambaşka bir maceranın içinde bulacağımı bilmiyordum. Zaten boş boş gezdiğimden üniversitede herkesle bir şekilde tanışmış, bir iki sorunca parfümlerin satılmasına vesile olmuş, bu muhabbet dönerken birçok kişinin “CK One yok mu ya, varsa getir, onu da alalım” demesi ile neden olmasın diyerek planlar yapmaya başlamıştım.
Şans işte, o dönem hostes olan yaşça büyük dostlarımızın yurtdışı seyahetleri sayesinde oralardan CK One getirme şansım olmuş, nasıl denkleştirdiğimi hatırlamadığım 380$’ı vererek, her seferde 10 adet parfüm getirip bunu satmaya başlamıştım. Ankara’da parfümerilerde bile olmayan parfümün bende olması sayesinde üniversitede isteyenlere 70$’dan satmaya başlamış, talepler artınca kazandığım parayla daha fazla sipariş vermeye başlamıştım.
Öyle bir dönem olmuştu ki, Ankara’nın o dönem meşhur AVM’si olan Karum’daki bir parfümeriye bile toptan mal vermeye başlamış, veresiye defteri gibi bir şeye şu tarihte şu kadar adet ürün verdim, x$ aldım diye karşılıklı yazıyor, ben her 10-15 günde bir gidip hesabı kapatıyor oradan aldığım parayla gene mal getirtiyordum.
Farklı parfüm talepleri de geliyor ama ben odağımı çok kaybetmemek adına CK One’dan çok sapmıyor, 1985’de piyasaya sürülmesine rağmen nedense çok fazla bulunmayan kadın parfümü Obsession’a da yatırım yaparak onu da satmaya çalışıyordum. Keşke o günlerde kıyafet dolabımın resmini çekseymişim, her gün o dolabı açtığımda milyon dolar görmüş gibi gözlerim ışıldıyordu çünkü onlarca parfümü orada saklıyordum.
Bana ürünü satan yurtdışındaki mağaza kazanıyor, ben kazanıyorum, benden toptan alan mağaza da kazanıyor, nasıl bir döngüdür bu derken bu sektörü araştırmaya başlamış, burada kar marjlarının inanılmaz yüksek olduğunu öğrenmiştim. En baba parfümün maliyetinin 3 ila 5 dolar arasında olduğunu öğrenince şaşkınlığım artmış, Chanel No. 5 adlı parfümün dünyanın en çok satan markası olduğu gibi gereksiz bir bilgiyi aklıma kazımıştım. Üretim maliyeti düşüktü ama asıl bütçe pazarlama faaliyetlerine ayrılıyor, bütün markalar kendilerine en iyi satışı getirecek kampanyaları düzenliyordu.
Bu arada duty free mağazalarda size özel promosyon adı altında belli başlı bilinen markaların ürünlerini görünce şaşırıyor, 29$’a 100ml parfüm satılıyor, koskoca bilindik marka neden kendisini böyle ucuzlatıyor diye düşünürken onun asıl işinin tekstil olduğunu, işler büyüyünce markanın gücünden faydalanarak sonradan parfüm işine girip oradan da para kazanmayı amaçladığını, elde kalan ürünleri de ucuza satarak stok maliyetini minimize etmeye çalıştığına kanaat getiriyordum.
Acaba x marka da indirim yapmış mıdır diye heyecan yapıp ilgili ürünün olduğu yere gidiyor ama fiyatların aynı olduğunu görünce x ürünün kendisini parfüm markası olarak konumlandırdığını, “bu parayı veremiyorsan alma çünkü biz belli bir zümreye hitap ediyoruz” dediğini gözlemliyordum.
O günlerde olmayan ama bugün her yerde gördüğümüz ucuza parfüm satan dükkanlar var, adama Fahrenheit gibi kokan parfüm var mı diyorsun şak diye önüne bir şişe koyuyor, bir sıkıyorsun aynen o, ne kadar kalıcı Allah bilir ama alsan aynı hazzı vermiyor. Marka olmak böyle bir şey sanırım, orijinali gibi kokan no name bir parfümü almak insanı mutlu etmiyor, “bulmuşsun işte aynı o parfüm gibi kokanı, hem de komik bir fiyata ne güzel” diyebilirsiniz ama bendeki his bu oluyor, o yüzden de almıyorum.
Parfümler hakkında da bilmediğin bir şey yok ama bununla alakalı bir iş yapmıyorsun diyenleriniz olabilir, haklısınız, üniversitenin ilk senesi aldım sattım paramı kazandım konuyu kapattım. Okulu bir sene uzatınca bölüme geçince ister istemez kendimi derslere verdim, parfüm işinden de uzaklaştım, sonraki senelerde ihraç fazlası Harley Davidson boxer, Bodrum Turları gibi daha farklı işlere de el attım. Bu arada kendimi derslere verdim deyince yanlış anlaşılmasın, çok parlak bir öğrenci değildim, 4.0 üstünden 2.6 ile okuldan mezun oldum ama iş yapma ve para kazanma ile alakalı farklı tecrübelere sahip oldum.
Al sat yaptım deyince, e-ticarete başlayanların “al sat mı yapsam yoksa kendi markamı mı yaratsam” sorusuna da belki bir cevap verebiliriz. Bir ürünü alıp satmak çok temiz iş, istediğiniz adette alım yapabiliyorsunuz, stok maliyetiniz neredeyse yok, riski çok düşük ama aynı ürünü başkaları da satmaya başladığında istediğiniz gibi kar koyup satmak zor, tedarikçi zırt pırt fiyat arttırırsa yaptırım şansınız yok, gün gelip ürünü aldığınız kişi bundan sonra size mal yok derse, alabileceğiniz başka bir yer de yoksa o zaman online mağazanızı kapatmaya kadar gidecek bir durum bile oluşabilir. O yüzden ürün konusuna karar verirken 2 kez, 3 kez hatta çok kez düşünmek ve doğru bir planlama ile yola çıkmak gerekiyor.
Geçen haftaki iPhone kuyruğundan 1990’lara kadar gidip gelen bu hikayeler sonrasında ne notlar çıkardım derseniz;
İlki, parfüm satarken bana kimse bu ürün orijinal mi diye sormadı, sanırım o günlerde bugünkü gibi bir ürünün hızlıca kopyalandığı bir gündem yoktu ya da aklımıza bile gelmiyordu bilemiyorum.
İkincisi, insan gençken daha cesur olabiliyormuş, bahsettiğim işleri bugünkü kafa yapısı ile yapamazdım.
Üçüncüsü, her hikayeyi dinlerken o dönemin şartlarını da düşünerek dinlemek lazım, 1994’de piyasa çıkan bir ürünün Türkiye’ye gelmesi bugünkü gibi hızlı olmadığından kim onu ilk getirip satarsa iyi kazanabilirdi, şimdilerde ise iPhone gibi bir markanın yeni telefon modelini ilk ben kullanacağım hissi ile hareket edilmediği sürece böyle bir kazanç kapısı kalmadı.
Dördüncüsü, kredi kartına taksitin olmadığı, hatta kredi kart kullanımının düşük olduğu dönemde insanların alım gücü sınırlıydı ama bir şeye sahip olma dürtüsü olunca insanlar nakit para ile de bu alışverişi yapmaya razı.
Beşincisi, ürününüzün iyi olduğuna inanıyorsanız fiyattan hiçbir zaman taviz vermeyeceksiniz, almak isteyen bir şekilde gelip gene onu satın alıyor.
Altıncısı, marka olmak başka bir şey, daha ucuza ismi bilinmeyen bir markanın sunduğu ürüne benzer bir şey almak cazip gelemeyebiliyor çünkü siz o markaya sahip olmak istiyorsunuz.
Yedinci ve en son çıkarımım iPhone’nun ne kadar büyük bir marka olduğu oldu. Onlarca farklı ürün piyasa çıkıyor, büyük bir ekonomi yaratılıyor. Cep telefonu aksesuarları, Mac bilgisayar için kılıflar, onbinlerce aplikasyon, şarj aletleri, sıraya girip yeni çıkan ürünü alıp yüksek fiyata satanlar ve markadan etkilenip onun pazarlama stratejisini benimseyen ya da kopyalayan markalar.
Geçenlerde Netflix’de Broken adlı bir belgeseli izlerken elektronik sigara markası Juul ile alakalı bölüm çok ilgimi çekti. Detaylarına girmeyeceğim, ürünün paketlenmesi, paket açma videoları gibi bir sürü şeyi yaparken sanki Apple’dan esinlenmişler gibime geldi, izlerseniz bana hak vereceksiniz.
Haftanın Dikkat Çeken Gelişmelerine Bakarsak;
-) Instagram’da son günlerde trend olan AI Yearbook adında bir uygulama var. Programa yüklediğiniz resimleri alıp 90’lı yıllardan çıkmış şekle sokup sizinle paylaşıyor. Herkesin sayfasında bunu görünce bende deneyeyim dedim, meğerse ücretliymiş, aman aman bir rakam değil ama verir misiniz bilemem.
-) Ekranların en popüler yarışması Kim Milyoner Olmak İster’de son dönemde verilen para ödülü tartışılıyordu. Bütün soruları cevaplayana verilen 1 milyon TL günümüz koşullarında komik hale gelince ödül 5 milyon TL’ye yükseltildi.
-) Instagram’da takipçisi yüksek olan celebrity diye tabir edilen ünlü kişilerde yeni bir trend başlamış. Buna öncülük eden Seda Sayan sonrası Gülşen de aynı yoldan gitmeye karar vermiş. Olay ne derseniz artık kimseyi takip etmiyor ya da 2-3 kişiyi takibe alıyorsunuz, sanırım dünyada da böyle bir şey var ki burada da uygulanıyor.
-) Cem Yılmaz’ın yeni filmi Do Not Disturb Netflix’de yayınlandı, beğenen var beğenmeyen var, ciddi bir komedi filmi beklentisi ile izlerseniz hayalkırıklığı yaşayabilirsiniz ama bir Cem Yılmaz denemesi gözünden bakarsanız eminim benim gibi çok keyif alacaksınız. Her filmin bir sahnesi vardır ya, hani çok sevdiğiniz, tekrar tekrar izlediğiniz, bende de bu kısım öyle oldu, izleyin neşelenin.
Haftanın Fırsatına Bakarsak;
Geçenlerde yaptığımız E-Ticaret Sohbetlerinde ulaşım partnerimiz Zipcar herkesle 400 TL değerinde bir kod paylaştı. Bundan faydalanmak isterseniz telefonunuza aplikasyonu yükleyip “EZIP400” kodunu girin, yıl sonuna kadar geçerli 400 TL’lik kredinin sahibi olun ve Zipcar’ı deneyimleme şansı bulun.
Haftanın Etkinliklerine Bakarsak;
Bu haftaki etkinliklerin özetine buradan bakabilirsiniz. Bütün online/fiziki etkinliklerimizi Faydalı Sohbetler sayfamızdan görebilir, eski yayınlarımıza YouTube kanalımızdan bakabilirsiniz.
Haftanın Eğitimine Bakarsak;
YouThink Academy dünya genelinde kalitesi ispatlanmış, yurt dışında da iş bulabilme fırsatı veren, yazılım alanına standart getiren WozU adlı sertifikayı verdiği eğitim programına kayıt almaya başladı. Yazılım mühendisliği için ilk adımı atacağınız bu eğitimlerle alakalı bilgi almak isterseniz bu linke tıklayıp görüşme sağlayabilirsiniz.
Sevgiler
Murat Erdör
PS: Bu yazıyı bir web sayfasında veya sosyal medya kanalında okuduysanız, formatı beğendiyseniz ve her hafta düzenli olarak size de bu e-bültenin gönderilmesini istiyorsanız bu linkten e-bültenimize üye olabilirsiniz.
[…] iPhone Ekonomisi Herkese Kazandırıyor […]